Haz ilkesine göre hareket eden, anında doyum arayan ve bencil olan id, zihnin, ilkel dürtüleri, bilinç süzgecinden geçirilmeden eyleme konan güdüleri, arzu-korku birleşimleri ve fantezileri içeren kısmıdır. İd, zaman, sınırlılık, ölümlülük gibi kavramları tanımayan, mantık dışı nitelik taşıyan, bilinçdışı bir süreçtir. İd’in bilişsel açıdan imgeler ve sembollerle ifade edildiğini söyleyebiliriz. Freud bu ilkel biliş türünü “birincil süreç düşünce” olarak adlandırır ve bunun rüyalarda, şakalarda, dil sürçmelerinde ve halüsinasyonlarda açığa çıktığını belirtir.
Ego ise id yönelişlerini, hayatın uyum sağlanması gereken zorunlu koşullarına uydurma amacındadır. Bu amaçla kabul edilebilir yollar bulmaya çalışır. Ego, hayat boyu gelişen bir süreçtir. En hızlı gelişimi erken bebeklik ve çocukluk döneminde gösterir. Gerçeklik ilkesine göre hareket eden ego, “ikincil süreç düşünce” denen bilişin ardışık, mantıklı ve gerçeklik yönünü ayarlar. Ego, id’in talepleri ile gerçeklik ve ahlaki değerlerin sınırlamaları arasında arabulucu rolündedir. Ego’da bilinçli ve bilinçdışı kısımlar bir aradadır. Bilinçdışında bastırma, yer değiştirme, akılcılaştırma, yüceltme gibi savunma mekanizmaları yer alırken, bilinçli kısımda “ben” terimini kullanarak anlatmak istediklerimiz bulunur. Çocukluk ortamında geliştirilen ego savunmalarının aile dışındaki yetişkin dünyasında uyumsuz ve yetersiz kaldığı durumlarda, kişilik bozuklukları dediğimiz psikopatolojiler ortaya çıkar.
Egonun, derin düzeyde bilinçdışı olandan, tamamen bilinçli olana doğru işleyişi psikiyatrik tanı ve psikoterapinin terapötik etkisinde temel rolü oynar. Bu işleyiş “egoda terapötik bölünme” olarak adlandırılır ve gözlemleyen ego dediğimiz kendiliğin bilinçli, akılcı ve duygusal deneyim üzerine yorum yapabilen kısmı ile deneyimleyen ego dediğimiz terapistle işbirliğine giren ve terapi sürecindeki etkileşimi içselleştiren kısımdan oluşur. Hastanın akılcı yönü zayıf, içgüdüsel yönü güçlü, duygusal eğilimleri fazla ise terapistin ilk görevi bu beceriyi geliştirmeye yönelik çalışmaktır.
Kişinin, gerçekliği tüm çıplaklığıyla, en kötü durumda bile inkâr mekanizmalarına girmeden görüp, kabul etme kapasitesi “ego gücü” olarak tanımlanır. Arkaik savunmalar, hayatın rahatsız edici gerçeklerini kökten çarpıtıp, yok sayarken, olgun savunmalar ise gerçekliğe uyum sağlamaya yöneliktir. Kişiler olgun savunma mekanizmaları kullansalar da her stres kaynağına alışkanlıkla aynı savunma düzeneğiyle tepki verirlerse bu da sağlıklı bir yaklaşım olmamaktadır. Duygusal esneklik gösterebilen bireyler ruhsal yönden sağlıklı olabilirler. Bu durum, “kişilikte katılık” ya da “karakter zırhı” olarak kavramsallaştırılmıştır.
Ben üstü anlamına gelen süperego ise vicdan ile eş anlamlı gibidir. Ahlaki açıdan denetleme görevi gören süperego, elimizden geleni yaptığımızda bizi kutlarken, kendi standartlarımızın altında kaldığımızda eleştirir. Süperego, egonun bir parçasıdır ve ego gibi kısmen bilinç düzeyinde kısmen de bilinçdışı düzeyde deneyimlenir. İleri derecede cezalandırıcı bir süperegonun, egoya yabancı ya da egoyla uyumlu şekilde deneyimlenmesi psikopatolojinin tespiti ve tedavisinde önemlidir. Günümüzde terapi, hastanın bilinçdışını bilinçli hale getirmeye çalışırken, bunun yanında danışanın süperegosunu da değiştirmeyi hedeflemektedir.
Bazı ego psikologları Freud’un biyolojik yaklaşımını reddederek, kişilerin dürtüsel doyumdan ziyade nesne ilişkilerine ihtiyaç duyduğunu savunurlar. Yani bebek için anne sütünü almaktan çok, anneyle yaşanan beslenme ilişkisi, bu yaşantının sıcaklığı ve bağlanma duygusu daha önemlidir. Bu psikanalistlere göre çocuklukta hangi dürtünün doyurulmadığı veya hangi ego savunma düzeneğinin kişinin karakterine hükmettiği değil, çocuğun dünyasındaki temel nesnelerin neler olduğu, çocuğun bu nesnelerle olan ilişki ve deneyimleri, bunları nasıl içselleştirdiği önemlidir. Bağlantı nesneleri genellikle kişiler olmakla birlikte cansız bir nesne veya bir kişinin bedeninin bir kısmı da olabilir. (Bayrak, ayakkabı, kravat veya annenin göğsü, kız kardeşin sesi, babanın gülümsemesi gibi birçok bağlantı nesnesi ilerideki psikopatolojilerin kökeninde yer alabilir.) Bu çalışmalar neticesi günümüzde duygusal bağlanmaya büyük önem verilmekte hatta terapist ile danışan arasındaki duygusal bağın terapideki en hayati iyileştirici etken olduğu kabul edilmektedir.
Nesne ilişkilerinde sorunlar yaşayan danışanların kendini gözlemleme yetisine sahip bütünleşmiş bir egoları yoktur. Bu hastalar farklı farklı ego durumları yaşayıp, zihinsel durumların birinde bir türlü hissedip davranırken, aynı zihinsel durumu farklı zamanda farklı algılayıp, tersi bir davranışta bulunabilirler. Bu kişiler nesnel düşünme yetileri yokmuş gibi görünüp, yaşamakta oldukları sorunu doğal ve bulundukları koşullara göre kaçınılmaz ve değiştirilmez olarak görürler. Bu hastalarda olgun savunma düzeneklerini geliştirmek yerine erken dönem nesne ilişkilerindeki soruna yönlenmek tedavide daha iyi sonuç vermektedir. Analitik teori erken dönem bebeklikteki sözsüz iletişime dayalı bilgilerin yani nesne ilişkilerinin, sözcüklerle ifade edilebilen ve mantıksal kurgulara dayanan tüm ilişkilerden daha önemli olduğunu savunur. Terapist, danışanın nesne ilişkilerine dayalı sorunlarını karşı-aktarımı doğru şekilde kullanarak çözebilir.
Birçok danışan terapiye hayatlarında bir anlam bulmak için gelir. Bu kişilerde ilkel biçimde içe atılmış nesnelerin yarattığı psikopatolojilerden ziyade içsel nesnelerden yoksunluk yani bir boşluk hissi mevcuttur. Dıştan kendilerinden emin ve ne yaptığını bilen bir görüntü veren bu kişiler, iç dünyalarında sürekli beğenilebilir ve değerli olduklarını onlara gösterecek bir onaylanma ihtiyacı içindedirler. Özsaygıya ve temel değerlere ilişkin içsel bir karışıklık duygusu içinde bocalarlar. Bu hastalar yoğun şekilde aynalanma ihtiyacındadır ve o anda orada boşu boşuna bulunuyor olma duygusu verirler. Ayrıca danışan sıkılma, sabırsızlık, huzursuzluk hisleri içindedir. Bu karşı-aktarımdan dolayı terapistler kendilerini önemsiz, değersizleştirilmiş, orada yokmuş gibi ya da aşırı değer verilmiş gibi hissederler. Terapist, yardım etmeye çalışan gerçek bir kişi gibi değil, danışanın olumlu ya da olumsuz duygusal yaşantılarının kaynağı veya yerine konacağı biri gibi görülebilir.
Bu danışanlar itki kontrolü, ego gücü, kişilerarası ilişkilerdeki istikrar ve denge nedeniyle klasik anlamda hasta görünmemekle birlikte kim oldukları, inandıkları değerlerin ne olduğu, özsaygılarını nelerin sağladığı gibi konularda çelişkiler yaşarlar. Önemli olduklarının onaylanması ihtiyacı büyüktür. Hayatlarından ve oldukları kişi olmaktan keyif almazlar. Bu hastalarda bireyin kendiliğinin ve özsaygısının desteklenmesi temeldir. Kişinin özsaygısını sağlamak için çocukluğundan yetişkinliğine içsel süreçleri nasıl kullandığını anlamak gerekir. Bu noktada savunmaların önemi ortaya çıkmakta, savunmaların kişiyi sadece id, ego ve süperegodan kaynaklanan kaygıya karşı koruma görevi değil, tutarlı ve olumlu bir kendilik duygusunu sürdürmedeki rolleri ön plana alınmalıdır. Özsaygının kırılganlığı ve özsaygı tehdit altında iken danışanın verdiği tepki ortaya konmalıdır.
Örneğin: ağır depresyonda ve intiharı düşünen iki hastadan biri, ahlaki eksiklik ve kötülük anlamında kendini kötü hissettiğinden, varlığının dünyanın sorunlarını arttırdığını, hayatına son vererek dünyaya iyilik yapacağını düşünürken, diğeri kendini içsel olarak boş, kusurlu, çirkin hissettiğinden dolayı yaşamının değersizliğine inandığından, yaşamını sürdürmenin anlamsız olduğunu düşünebilir. Burada bebeklik ve çocukluk dönemindeki nesne ilişkileri kendini göstermektedir. Birinci hastada ona kötü olduğunu söyleyen içselleştirilmiş ötekiler hakimken, ikinci hastada bireyi yönlendirecek içselleştirmelerin eksikliği söz konusudur. Birinci hasta psikoterapide terapistin göstereceği yakın ve destekleyici yaklaşımdan yeteri kadar yararlanamaz. Çünkü kendisinin hak ettiğinden fazlasını aldığına inanmaktadır. İkinci hastada ise terapistin ilgi ve desteği danışandaki boşluk duygusunu dolduracak, değerlilik hisleriyle acı ve utancı hafifleyecektir.
Sonuç olarak psikanalitik teoriler kişilik özelliklerini değil, dinamik etkileşimleri temel alır. Analitik teoriler, bireylerin anlaşılmaz ve saçma gibi görünen, zıtlıklar içeren davranışlarına açıklamalar getiren ve zayıf, incinebilir yönlerini güçlü hale getirmeye çalışan yaklaşımlar sağlarlar.